Skip to content

Narrow screen resolution Wide screen resolution Auto adjust screen size Increase font size Decrease font size Default font size default color brick color green color
Adnan Nas - Daha dikkatli ve hızlı olma zamanı (20.11.07) PDF Yazdır e-Posta
20 Kasım 2007

Türkiye'de gelişmeleri ve haberleri sürekli izler ve irdelerseniz, eskiye oranla dünyaya daha açık ve duyarlı hale geldiğimizi, aynı zamanda suya tirit günlük politika tartışmalarının yerini giderek yaşam kalitesi ile ilgili değerlendirmelere bıraktığını görürsünüz. Bu durum, son yıllardaki olumlu ekonomik performansın toplumsal yaşamı ne kadar yakından etkilediğinin de bir kanıtı.

Ne var ki bir yandan bu gelişmelerin dünyadaki değişime oranla yeterli olup olmadığı, diğer yandan bu sürecin bizim stratejik ve aktif politikalarımızla biçimlendirilmekte ve hızlandırılmakta olup olmadığı sorgulanmaya değer.

Güneşli yıllar bitiyor

Geçenlerde yaptığı bir konuşmada Kemal Derviş'in de vurguladığı gibi dünya, 21'inci yüzyılın ilk yedi yılında tarihteki en yüksek büyüme dönemini yaşadı. Verilmiş sadakamız varmış ki Türkiye, bu bolluk döneminden dahi yararlanmayı ıskalayacak bir yönetim zafiyeti yaşamadı. Enflasyon ve faiz düşürüldü, AB üyelik görüşmelerinin başlaması ile ciddi dış kaynak akışı sağlandı; en önemlisi ortalama yüzde 7'yi aşan bir büyüme sağlandı.

Biliyoruz ki bu yıl sonundan itibaren bu yüksek büyüme oranlarını gerçekleştirmemiz zorlaşıyor. Üstelik hem bütçe dengelerindeki soru işaretleri, hem de petrol fiyatlarındaki tırmanış enflasyon ve faiz beklentilerini de bozacak gibi. Uluslararası likidite açısından konjonktürün de tersine dönmesi önümüzdeki döneme çok daha temkinli bakılmasını gerektiriyor.

Peki, biz bu güneşli yıllar boyunca sorunlarımızı ne kadar çözdük, çatımızı ne kadar onardık? Kuşkusuz katettiğimiz mesafe küçümsenecek gibi değil. Bankacılık sistemini güçlendirdik, özelleştirmeleri hızlandırdık, bütçe açığını küçülttük, kamu borcunun milli gelire oranını düşürdük, doğrudan dış kaynak girişini artırdık. Ancak büyümeyi, kronik cari açık üretme pahasına sağladık; enflasyona ve döviz açığına yol açmayacak bir büyüme stratejisi oluşturamadık. Öte yandan, yapısal reformlardaki yavaşlama küresel piyasalardaki bozulma ile birleşince, yağmur duasına benzer bir toplu talep konusu olan reel faizlerin düşmesi ihtimali de, yakın gelecek için ortadan kalktı. En önemlisi, ekonomide ve şirketlerimizde yapısal dönüşümü, yurtiçi net katma değer artışını başlatamadık.

Alışkanlıkları terkedemiyoruz

Bu arada yetersiz de olsa, olumlu inisiyatifler gözlenmedi değil. Sözgelişi eğitime devlet bütçesinden verilen payın artırılması ve araştırma geliştirmeye daha fazla kaynak ayrılmasını özendirecek bir kanun tasarısı hazırlanması, stratejik olarak doğru tasarlanmış adımlar. Ancak eğitim alanında temel sorunlar olan kalite ve nitelikli öğretim kadroları yerine öğrencilerin kıyafeti ile ilgili tartışmalar enerjimizi tüketirken, AR-GE tasarısı aylardır yasama organının gündemine giremiyor. Bu tasarının bürokrasinin belli kesimlerinde pek de hoşnutlukla karşılanmadığı kulağımıza çalınmıştı ama, geçenlerde "teknopark yöneticilerinin tasarıdan tedirgin olduklarına" dair gazete haberini görünce üzüldük. Hâlâ ortak amaçlara odaklanma ve stratejik yararı görme konusunda ciddi eksiklerimiz olduğunu, rekabetin gereklerini düşünmediğimizi, bireysel ve kurumsal ayrıcalıkları korumayı marifet saydığımızı hatırlamış olduk.

Anlaşılıyor ki toplumun rekabetçi dinamiklerinin hareketlendirilmesi ve stratejik önceliklere yönelmesi, kendiliğinden gerçekleşecek bir şey değil. Öncelikleri ve takvimi iyi belirlenmiş bir stratejik eylem planının tasarlanıp yürürlüğe konması, bunun da hem dikkatle hem de hızla yapılması gerekiyor.

Bu noktada, büyüme-cari açık sarmalının yarattığı belirsizliğin yavaş yavaş bir ayakbağı haline geldiği görülüyor. Bütçe dengesinin hem vergi hem de harcama tarafındaki önlemlerinin büyüme ve enflasyona yapabilecekleri olumsuz etki bir yana, şirketlerin risk yönetimi için varlıklarını dövizde tutmaları ancak TL üzerinden maliyete katlanmaları yatırıma kaynak ayırmalarını önlüyor ve rekabet güçlerini törpülüyor. Yani makroekonomik hassasiyetler, sadece o düzeyde kalmıyor, firma düzeyindeki kararları da etkiliyor.

Bir yandan Basel II sürecinin baskıladığı kurumsal yönetim ihtiyacı, diğer yandan değerli TL ile oluşan ve istihdam vergileri ile kabaran maliyetler, döviz piyasalarındaki risk yönetimi sorununa eklenince Türk firmalarının yol haritaları labirente dönüşüyor; büyümek bir yana, ayakta kalmak da büyük çaba gerektirecek. Makro politikaların firmalara sağlayabileceği düşük reel faiz kaldıracı ise, yapısal reformlar ve bunun tetikleyeceği sıfırdan dış yatırımlar hızlanmaz ise hayal gibi.

Ancak büyümek zorunda olduğumuza göre labirentin bir yerlerden yıkılması, zincirin bir yerlerden çözülmesi şart!..

 

http://www.dunyagazetesi.com.tr/news_display.asp?upsale_id=334792&dept_id=80