Son zamanlarda Anayasa değişikliği yapılması gündemde ve değiştirilmek istenen hükümlerden en önemlisi yargıya ilişkin olanlar. Yürütme yargıya hakim olamamaktan, yargının bağımsız kararlarının ülkenin önünde engel olduğundan bahsederken, bunun tam aksi görüşte olanlar da yargının bağımsızlığının kısıtlı olduğu için adalet dağıtmasında sıkıntı olduğunu ileri sürüyorlar.
Siyasal iktidarın demokrasiyi Meclis’te çoğunluğa sahip siyasal partilerin istediği her şeyi yapabilmesi olarak anlaması, algılaması demokrasi için en büyük tehlikedir. Ne yazık ki, yürütme tarafından demokrasi adına, yargının yürütmenin işine karışmaması gerektiği, karışmak isterse siyasete soyunması gerektiği gibi, yargının demokrasi içindeki yerini, demokrasilerde her türlü eylem ve işlemin adli veya idari ama mutlaka yargı denetimine tabi olduğunu göz ardı edebilecek kadar demokrasi kültüründen uzak açıklamaların yapılabildiğine tanık oluyoruz.
Yargının varlık nedeni adaletin sağlanmasıdır. Yürütmenin hem uygulamacı hem de yargı üzerinde etkili olması adaletin sağlanmasının, adil yargılama yapılmasının önünde en büyük engel olduğu içindir ki, demokrasinin olmazsa olmazlarından biri de güçler ayrılığıdır. Dolayısıyla böyle zamanlarda yargının bağımsızlık konusundaki rahatsızlığının artmış olması da doğaldır.
Öyle görünüyor ki, önümüzdeki süreç içinde Anayasa değişikliği seçmenlerin önüne bir tercih olarak konulacak. Bu noktada insanların demokrasinin vazgeçilmez unsuru olan güçler ayrılığı ilkesine ne denli sahip çıkacakları önem taşıyor. Öyle olunca da yargının adaleti ne denli dağıttığı, yargının kararlarının vatandaşın adalet duygusunu ne denli tatmin ettiği de her zamankinden daha çok önem taşıyor. Çünkü vatandaş her zaman böyle bir konuda seçim yapma hakkına sahip olmuyor. Bu hakka sahip olduğu zaman işlevlerin yerine getirilmesindeki titizlik ve kamuoyunu tatmin öne çıkar.
Yürütmenin eylem ve işlemlerinde hukuka aykırılıklar ve adil olmayan uygulamalar arttıkça idari yargının iş yükü artar. Bu durum insanların yürütmeden yakınması anlamına gelir. Ya insanların yargıdan yakınmaları artarsa ne yaparlar? Bu soruya değişik yanıtlar verilebilir ama verilecek yanıtların hiç biri iç açıcı değildir. Bu nedenle de yargı ne olursa olsun adalet dağıtırken titiz olmalıdır. Çünkü yürütmenin işlemlerini yargı denetler ama yargının kararlarının denetimi için yargıdan başka yol yoktur.
Bir örnekle konuyu biraz somutlaştırmak ve Danıştay’ın aynı konuda verdiği iki karar arasındaki farka değinmek istiyoruz. Ama öncelikle kararların verildikleri davaların başlamasına neden olan tarhiyat ve yargı aşamasındaki gelişmelerini özetlemek gerekiyor.
İki firmanın hesaplarının incelenmesi sırasında sahte fatura kullandıkları yönünde ipuçlarına rastlanıyor. Araştırmalar devam ederken 4811 sayılı Vergi Barışı Kanunu çıkıyor. Firmaların ikisi de anılan Kanun çerçevesinde KDV artırımında bulunuyor ve artırım dolayısıyla hesaplanan KDV’yi ödüyorlar. Denetim elemanları kanunda inceleme için belirlenen sürenin sonuna dek incelemeyi tamamlayamıyor ve bu nedenle de yaptıkları tespitleri mükellef temsilcilerinin bilgisine sunup açıklama istemeden raporlarını yazıyorlar. Vergi dairesi de raporlara göre hesaplanan tutar ile mükelleflerin artırdıkları tutar arasındaki fark üzerinden tarhiyat yapılıyor.
Firmaların her ikisi de Vergi Barışı Kanunu’ndan yaralandıkları ve raporlar süresi içinde düzenlenmediği için tarhiyat yapılamayacağı gerekçesiyle mahkemeye başvurmuşlar, ilk derece mahkemesi olan vergi mahkemesi tarafından mükellefler haklı bulunmuş ve davaları kabul edilmiştir.
Vergi dairesinin temyizi üzerine davalar Danıştay Üçüncü Dairesi tarafından görülmüş ve anılan Daire tarafından mükellefler haksız bulunmuştur. Kararlarda özetle, Vergi Barışı Kanunu’ndan yararlanarak KDV artırımında bulunup ödeyenler hakkında hesaplanan KDV tarhiyatı yapılamayacağı, ancak indirilecek KDV tarhiyatı yapılabileceği gerekçesi kabul edilmiş ve vergi mahkemesi kararı bozulmuştur. İki mükelleften birinin davasında verilen kararla ilgili olarak tarafımızdan bir değerlendirme yazısı yazılmış ve söz konusu yazı Yaklaşım’ın Kasım 2007 sayısında yayımlanmıştır(1). Konunun teknik yanı anılan yazımızda açıklanmıştır. Bu yazıdaki konumuz dava konusu işlemlerin teknik tarafları değildir. Bu nedenle burada yinelemeyeceğiz. Bu nedenle davalardaki süreci özetlemeye devam edelim.
Danıştay Üçüncü Dairesi’nin bozma kararları yerel mahkeme tarafından kabul edilmemiş ve yerel mahkeme daha önce davalar hakkında verdiği kabul kararında ısrar etmiştir. Israr kararları vergi dairesi tarafından yine temyiz edilmiştir.
Danıştay Vergi Dava Daireleri Kurulu iki mükellefin ikisinin davalarında da vergi mahkemesinin ısrar kararlarını hukuka uygun bulmuş ve onamıştır (Davalar KDV davası olduğu için her mükellefin birden fazla davası olmuştur.). Mükelleflerden birinin davalarında verilen kararlardan biri 25.05.2007 tarih ve E.2007/102, K.2007/197 sayılı Karar, diğer mükellefin davalarında verilen kararlardan biri de 28.12.2007 tarih ve E.2007/219, K.2007/641 sayılı Karar’dır.
Her iki karar hakkında da vergi dairesi tarafından karar düzeltme talep edilmiştir. Mükelleflerden birinin düzeltme talepleri hakkında verilen kararların tarihi 22.02.2008’dir. Birinin sayısı da E.2007/739, K.2008/194’tür. Karar şöyledir:
“2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 54. maddesinde, Danıştay dava daireleri ve İdari veya Vergi Dava Daireleri Kurullarının temyiz üzerine verdikleri kararlar hakkında, bu maddede yazılı sebeplerle kararın düzeltilmesinin istenebileceği belirtildiğinden ve dilekçede ileri sürülen sebeplerin bunlardan hiçbirine uymadığı anlaşıldığından, yerinde olmayan istemin reddine 22.02.2008 tarihinde oybirliği ile karar verildi.”
İkinci mükellefin davası tarih olarak daha sonra yürümüştür. Vergi Dava Daireleri Kurulu’nun temyiz kararı 28.12.2007 gününde verilmiştir. Karar düzeltme talebi doğal olarak bu kararın tebliğ edilmesinden sonra yapılmıştır. Bu defa Danıştay Vergi Dava Daireleri Kurulu’nun kararı farklı olmuştur. Mükellefin haklı olduğu, daha önce verilen kararın doğru olduğu yönündeki 8 oya karşılık, daha önce yanlış karar verdikleri, vergi idaresinin haklı olduğu yönündeki 9 oyla karar mükellefin aleyhine olmuş ve düzeltme talebi kabul edilmiştir.
Dikkat edilirse bu aşamaya dek mükelleflerin davalarının dayandığı olaylar ve dava konusu, dava konusunda tarafların ileri sürdükleri gerekçeler hep aynıdır. Fakat Vergi Dava Daireleri Kurulu mükellefi haksız bulmuştur. Daha önce oy birliği ile verilen kararlar bu defa bir oy farkla oy çoğunluğu ile değişmiştir. Olay tek mükellefin olayı olsa, aynı durumda başka mükellef olmasa veya aynı durumdaki diğer mükelleflerin davaları da aynı şekilde sonuçlanmış olsa sonuç adaletin gerçekleşmesi açısından o denli de önemli olmayabilir. Ama aynı durumdaki mükelleflerin davaları tam tersi yönde sonuçlanmış olması kararın önemini artırmaktadır.
Karar gerekçesini derginin Danıştay Kararları bölümünde bulacaksınız. Burada sadece bir cümle ile özetlemek istiyoruz. Vergi Barışı Kanunu’nda getirilen KDV artırımı hesaplanan KDV artırımı olduğundan indirilecek KDV ile ilgili değildir, inceleme ve tarhiyat yasağı da sadece hesaplanan KDV ile ilgilidir, KDV tarhiyatı yapılamayacağı hükmü, hesaplanan KDV tarhiyatı yapılamayacağına ilişkindir indirilecek KDV tarhiyatı saklı tutulmuştur.
Burada yine kararların gerekçelerinin KDV hukuku ve KDV tekniği açısından değerlendirmesini yapmayacağız. O değerlendirmeyi daha önce andığımız yazıda yaptık.
Üzerinde durulması gereken konu adaletin ne olduğu konusudur. İki mükellefin hukuksal durumları tamamen aynı olmasına ve yargılamadaki gelişmeler de son noktasına dek aynı olmasına karşın son noktada tamamen birbirine ters duruma geliyor. Birisi tarh edilen vergi ve bu vergiye bağlı ceza ve faizlere ilişkin hiç ödeme yapmadığı halde, diğeri aynı hukuksal durumda olmasına karşın, verginin tamamını ve bu vergi üzerinden hesaplanan gecikme faizini öderken bir de ceza ödemek zorunda kalıyor.
Sonuçta belki de aynı sektörde ve aynı semtte ticaret yapan iki mükelleften iflas ederken diğeri pazarın sahibi olabiliyor. Bunun tek nedeni de yargının ikisi için farklı karar vermiş olması oluyor.
Yargının bir hukuksal durum hakkındaki görüşü değişebilir. Ama bu görüş değişikliğinin mükellefler arasında bu denli fark yaratmasının da üzerinde durulması gerektiği kanısındayız. Bu noktada ‘yasalar böyle’ gerekçesi vatandaşın adalet gereksinimini tatmin etmekten uzak olacaktır. Yargının tabiî ki kendini mükellefin yerine koyarak karar vermez, işlemin yasalar ve genel hukuk kuralları karşısındaki durumuna bakarak karar verir. Ama hukuk aynı durumdaki mükellefin birini batırmak, ötekini kurtarmak, hatta piyasaya onu hakim kılmak gibi bir sonuca neden olursa hukuk olmaktan çıkar.
İşte bu noktada herkes kendisini ikinci mükellefin yerine koyup, onun adına düşünmelidir. O durumda belki kararlar da daha adil, yargıyla ilgili tartışmalar daha az olacaktır. Özellikle de yargının demokrasi içindeki yeri ve yürütmenin işlemlerinin denetimsiz bırakılmasını amaçlayan demokrasiye de genel hukuk normlarına da aykırı düzenleme yapmak isteyenler de o denli cesur olamayacaklardır. Kazım YILMAZ* Yaklaşım
* YMM
(1) Kazım YILMAZ, “İndirilecek KDV Tarhiyatı ve Bir Danıştay Kararı”, Yaklaşım, Kasım 2007 |