The Economist'in 23 Ekim tarihli sayısındaki Türkiye özel raporu, ekonomi, siyaset ve sosyal yapıyla ilgili bir çok konuda önemli değerlendirmelerde bulunuyor. Türkiye'nin krizden en az etkilenen ülkelerden biri olduğuna dikkat çeken raporda, ülkenin gelecek on yıllık dönemde Çin ve Hindistan'dan sonra en hızlı büyüyen ekonomi olacağı tahminine yer veriliyor. Ekonomiyle ilgili olarak yanıtı aranan soru, geçen on yılda hızlı büyüyen Türkiye ekonomisinin bu trendi, IMF ve AB'nin desteği olmadan da sürdürüp sürdüremeyeceği. Sorunun ortaya atılmasında, hükümetin, IMF programına bağlı olmadan da ekonomi politikasını devam ettirebileceği yönündeki iradesinin yanı sıra AB ile tam üyelik müzakerelerinin iyiden iyiye yavaşlamasının da payı var. Geçmişte olduğu gibi bugün de, Türkiye'de makroekonomik istikrarı tehdit etme potansiyeli taşıyan başlıca iki değişken, enflasyon ve cari işlemler açığı. Enflasyonun kontrolü konusunda önceki yıllara nazaran nispeten başarı sağlanmış olsa da, cari işlemler açığı önemli bir sorun olarak ortada durmaktadır. Esasen, bundan kaçış da kısa vadede mümkün görünmemektedir. Türkiye'nin üretimin ana girdilerinden biri olan petrolü ithal eden ülke olmasının dışında, özellikle son aylarda artış gösteren makine ve teçhizat alımlarının artan açıklardaki payı büyüktür. Enerjide dışa bağımlılığın görünür gelecekte de devam edeceği varsayımı altında, bu kalemden kaynaklanan dış açıkları azaltmanın yolu yok. Öte yandan, makine ve teçhizat ithalatı kısa vadede cari işlemler dengesi üzerinde baskı yaratır gibi görünse de, uzun vadede ekonominin üretim kapasitesini arttırma ve buna bağlı olarak borçları geriye ödeme potansiyeli taşımaktadır. Sorun, açığın ekonomiye risk oluşturmayacak biçimde nasıl finanse edileceğidir. Yakın geçmişe kadar sıkça ileri sürülen görüş, cari açığın ekonominin AB ile entegrasyonu sürecinde normal sayılması gerektiği yönündeydi. Neoklasik iktisat kuramının uzantısı olan bu görüşe göre, tam üyelik yolunda ilerleyen ülkeye, uluslararası yatırımcıların ilgisini çekmesi sonucu sermaye girişleri artacak; bu ise ithalat talebini, dolayısıyla cari işlemler açığını arttıracaktı. Fakat, sermaye girişleri devam edeceğinden dolayı, açığı sorun olarak görmek doğru da olamazdı. Bu görüşün geçerli olabilmesi için sermaye girişlerinin uzun vadeli, hatta doğrudan yabancı yatırımlar şeklinde olması gerekmektedir. Bunun dışındakiler, dış borçları arttırarak istikrarı bozmaktadır. Çünkü gelen sermaye genellikle spekülatif nitelikte olup, üretim kapasitesinde gözle görülür bir artışa yol açmamaktadır. Özellikle, AKP iktidarı döneminde cari işlemler açığının büyük ölçüde kısa vadeli sermaye girişleriyle, bir başka deyişle portföy yatırımları vasıtasıyla finanse edilmeye çalışıldığı ve bunun sonucunda da dış borçların arttığı görülmektedir. Cari işlemler açığının spekülatif sermaye girişleri yoluyla kapatılması, ekonomiyi dış şoklara karşı korumasız hale getirerek krizlere adeta davetiye çıkarmaktadır. Türkiye'de yaşanan 2000 ve 2001 krizlerinde kısa vadeli sermayenin ülkeden çıkmasının büyük rolü olmuştur. Bu yılın ilk sekiz ayındaki gelişmelere baktığımızda, 2009 yılının Ocak-Ağustos döneminde yaklaşık 6.128 milyon ABD doları olarak gerçekleşen doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının, 2010 yılının aynı döneminde % 13.8 oranında azalarak 5.282 milyon ABD dolar olarak gerçekleştiği; buna karşılık, portföy yatırımlarının yine aynı dönemler itibariyle 1.598 milyon dolardan 13.805 milyon dolara yükseldiği görülmektedir. Portföy yatırımlarındaki bu artışa Merkez Bankası'nin kayıtsız kalması düşünülemez. Brezilya ve Şili'de olduğu gibi kısa vadeli sermaye hareketlerine getirilecek vergi, sorunu tam çözmese de hafifletilmesine katkıda bulunabilir. Beklentiler, ekonomik kararların alınmasında önemli bir yere sahip. Bu bağlamda, Türkiye ekonomisinin geleceğine ilişkin beklentileri olumlu kılan, ülkenin yakın geçmişte ortaya koyduğu nispi ekonomik başarı. Bu, tüketim dışında yatırım kararlarını da olumlu yönde etkileyerek ekonominin büyümesine katkıda bulunmaktadır. Ancak, sorun önümüzdeki yıllarda izlenecek büyüme stratejisinin ne olduğu noktasında düğümlenmektedir. Çünkü iç talebin genişlemesine dayalı; ithalatı arttıran, cari işlemler dengesini bozan büyüme modelinin uzun vadede uygulanma şansı yoktur. Farklı bir deyişle, uzun vadede açığın sürdürebilir seviyelere çekilmesi kaçınılmazdır. Bunun yolu ise, ekonomide ihracatın payının arttırılmasını, dolayısıyla dış ekonomik dengelerde iyileşmeyi gerektirmektedir. Aksi takdirde, ekonomik ve sosyal sorunların çözümü mümkün değildir. Türkiye'nin de içinde yer aldığı yükselen piyasa ekonomilerinde, yüksek büyüme gerçekleştiren Hindistan hariç, Uzakdoğu ülkelerinin ortak özelliği, ekonomilerinin dış ticaretlerinin fazla vermesidir. Eğer raporda belirtildiği gibi, Türkiye 2050 yılında dünyanın en büyük on ekonomisi içinde yerini alacaksa, bunun yeni pazarlara yönelmenin dışında, eğitimden başlayarak ihracata konu olan mal ve hizmetlere varıncaya kadar birçok alanda kalitenin iyileştirilmesine bağlı olduğunun bilinmesinde fayda var. Orhan AKIŞIK http://www.dunyagazetesi.com.tr/the-economist-gozuyle-turkiy... |