Sürekli aynı sorunları aynı perspektiflerden tartışıp durmak hem kayıtsızlık ve bıkkınlık yaratıyor, hem de zamanla renk körlüğüne yol açma ve başka bazı önemli ayrıntıları gözden kaçırma riski taşıyor.
Bu nedenle arada bir gözlüğü ve bakış açısını değiştirmekte, gündeme ve toplumdaki değişim dinamiklerine farklı bir hareket noktasından yaklaşmakta yarar var. Küresel ölçekte yapılan ve Türkiye'yi de içeren 2007 yılındaki ilk araştırmadan sonra, 2010 yılında yapılan ve sonuçları geçenlerde açıklanan ikinci PwC Aile Şirketi Araştırması tam da bu açıdan çok anlamlı bulgular içeriyor. Üstelik 35 ülkeden 1606 şirketin kapsandığı araştırmada, Japonya ile birlikte sadece Türkiye'de şirket sahipleri ve yöneticileri ile yüzyüze yapılan görüşmeler, gerek soru seti kapsamındaki hususlar, gerekse Türkiye'nin ve reel kesimin yapısal özellikleri açısından 2007 araştırmasına oranla daha gerçekçi ve ayrıntılı bilgilere ulaşılmasını sağlamış durumda. 2010 Küresel Aile Şirketleri Araştırması 2010 araştırması, dünyada aile şirketlerinin sorunları, ihtiyaçları , öncelikleri ve beklentileri ile ilgili genel kurgusu dışında bu defa yaşanan küresel kriz ve toparlanma süresinin bu şirketlerin performansları ve gelecek vizyonları üzerindeki etkilerini de irdeliyor. İlginçtir ki katılımcı şirketlerin büyük çoğunluğu, zorluklara karşı direnç göstermelerinde ve krizden korunmalarında aile şirketi olmalarının büyük rol oynadığını düşünüyor. Küresel sonuçlar ile ilgili ayrıntıları daha sonraki haftalarda ele almak üzere bugün Türk aile şirketlerinin dünyadaki benzerleriyle ayrıştıkları ve yakınlaştıkları noktaların üzerinde durmak, bunların şirket sahiplerinin ve yöneticilerinin zihniyetleri ve geleceğe yönelik vizyonlarıyla ne ölçüde bağlantılı olduğunu sorgulamak istiyoruz. "Aile şirketi" diye adlandırılan ve hem sermaye hem de yönetim kontrolünün ailelerin elinde bulunması ile nitelenen bu şirket modeli, onca teknolojik ve finansal gelişmeye tanıklık eden küresel ekonomide halen en yaygın ekonomik karar birimi olduğu gibi, kurumsal yatırımcı tabanının dar ve sermaye piyasalarının sığ olması nedeniyle gerek sayı gerekse milli gelirdeki pay açısından Türkiye'de çok daha ağırlıklı yere sahip. Daha da önemlisi, yapısal zafiyetler nedeniyle toplumsal kontrol ortamının yetersiz ve düzenleyici mevzuat standartlarının göreceli olarak yetersiz olması göz önüne alınırsa, yönetim kalitesi, verimlilik, sermaye tedariki ve karlılık bakımından sorumluluk ve yük, tümüyle ailenin üzerinde kalmaktadır. Şirketlerimiz rekabette aktifleşiyor Türkiye'nin dahil edildiği ilk araştırma olan 2007'ye oranla en çarpıcı fark , bizim aile şirketlerinin ekonomik çevre koşullarını ve küresel ekonomiyi algılama biçimlerinde ve gelecek stratejileri bağlamında ciddi bir paradigma ya da zihniyet değişikliği geçirmekte olmaları. Bu değişiklik, kendi yapılarını dönüştürme ve küresel rekabete uyum sağlama yönünde güçlü ve olumlu bir eğilime işaret ediyor. Gerçekten, önümüzdeki dönemde kendilerini zorlayacak şirket dışı riskler konusunda 2007'de dünyadan büyük ayrışma gösterdiğimiz ve birinci sıraya hükümet politikaları ve mevzuatı koyduğumuz tablo değişmiş, küresel eğilime paralel şekilde piyasa koşulları ön plana geçmiş durumda. Ayrıca, kriz sonrasına uyum açısından daha dinamik olduğumuzu gösteren bir bulgu da, iş modellerini küresel ortalamadan daha yüksek bir oranda değiştirmiş olmamız. Şirket içi zorluklar bakımından ise 2007'de dünyaya oranla çok daha az önemsiyor göründüğümüz nitelikli iş gücü istihdamı, nakit akımı ve şirketin yeniden yapılanması konusunda keskin bir algılama değişikliği ve küresel ortalamayı aşan bir önceliklendirme sözkonusu. Teknoloji, finansman, karlılık ve pazarlama konusunda ise, biraz da doğal olarak, daha kaygılı görünüyoruz. Rekabetçilik için yatırım yapılacak alanlar arasında da Türkiye'nin küresel ortalamayı çok aşan bir oranda nitelikli işgücü/eğitim ile yurtdışı iş geliştirme' ye yoğunlaşacağı anlaşılıyor. Aileler satışa ve ortaklığa açık Yine hem 2007' deki araştırmadan, hem de 2010 yılındaki küresel ortalamadan çarpıcı bir ayrışma gösterdiğimiz önemli bir başlık, şirket mülkiyetinin önümüzdeki beş yılda el değiştirmesi ihtimali. 2007 yılında Türk şirketlerinin yüzde 34'ü buna olumlu cevap verirken ve bu yıl da küresel ölçekte bu ihtimal ancak yüzde 27 iken bu yıl Türk şirketlerinin mülkiyet devri konusunda öngörüleri yüzde 56' ya çıkmış durumda. Üstelik olumlu cevap verenlerin yarısından fazlası, küresel sonuçların tam tersine, halka arz veya başka bir şirkete satış ihtimaline ağırlık veriyor. Aile şirketlerimizin gelecek kuşağa devir ihtimalini yüzde 37 ile çok daha düşük ve neredeyse özel sermaye fonlarına satış ile aynı düzeydeki bir ihtimal olarak görmesi ise ilginç, ama sonraki yazılarımızdan birinde değineceğimiz nedenlerle çok şaşırtıcı değil. 2010 araştırması' nın genel olarak bu yazıda belirtilmesinde yarar gördüğümüz özellikleri arasında katılımcı Türk şirketlerinin beşte dördünün 250 kişinin üstünde işgücü istihdam etmesi, ihraç pazarları arasında Avrupa'nın büyük ağırlık taşıması, iş başındaki ailelerin yüzde 82'sinin birinci ve ikinci kuşak olması yer alıyor. Bu bağlamda kurumsallaşma ve gelecek planlaması açısından dezavantaj olarak görülebilecek kurucu kuşak ağırlığının, müteşebbislik ve dinamizm yönünden özellikle belirsizlik dönemlerinde bir avantaj olabileceği de düşünülmeli. Ayrıca araştırma bulguları, şirketlerimizin bazı tabularını ve kemikleşmiş alışkanlıklarını aşarak yeniden yapılanmak ve küresel rekabet konusunda çok daha esnek bir pozisyon almaları yönünden de umut verici. Adnan Nas http://www.dunyagazetesi.com.tr/adnan-nas_29_0_yazar.html |