Skip to content

Narrow screen resolution Wide screen resolution Auto adjust screen size Increase font size Decrease font size Default font size default color brick color green color
Adnan NAS - Başarıdan dersler ve yaklaşan kriz (26.02.08) PDF Yazdır e-Posta
26 Şubat 2008

Son yıllarda Türk ekonomisinde gözlenen olumlu performansı destekleyen önemli faktörlerden biri de uluslararası konjonktürün ve likiditenin uygunluğu, dolayısıyla küresel yatırımcıların risk iştahının artışı idi. Gelişmiş ülkelere ve AB'ye oranla yüksek getiri sağlaması, genç nüfusu ve büyüme potansiyeli ile Türkiye, dış borç ve cari açık nedeniyle iyice yükselen ülke riskine rağmen geçmişe göre rekor düzeyde dış kaynak çekmeyi başardı. Dünya ekonomisindeki bozulmanın önümüzdeki dönemde bizi ne kadar sıkıntıya sokacağını irdelerken, madalyonun birkaç yüzüne birden bakmak gerekiyor.

 

Başarının arka planı

 

2001 krizinden sonra makroekonomik dengelerde ve siyasi yönetimde sağlanan istikrar, arkasından 2005'te AB ile müzakere sürecinin başlaması, Türkiye'yi yatırım için cazip ülkelerden biri haline getirdi. Nitekim 2003'te dış kaynak (doğrudan dış yatırım) çekmede 52'nci olan Türkiye 2006'da 13'üncülüğe yükseldi; yükselen pazarlar içinde de, üstelik Hong Kong ve Singapur gibi kategorisi tartışmalı ülkelerin ardından, beşinci oldu.

 

Ancak unutmamalıyız ki bu başarı, Türkiye henüz dünyanın ilk elli yatırım ortamı içinde olmamasına rağmen gerçekleşti. (Gerçi daha birkaç yıl önce ilk 90'a bile girmiyorduk.) Nitekim rating şirketlerinin değerlendirmelerinde Türkiye h‰l‰ yeni AB üyesi Doğu Avrupa ve Balkan ülkelerinin ve hatta Rusya'nın gerisinde ve Ukrayna ile aynı düzeyde görünüyor. Öte yandan, yapısal reformlarda pek ilerleyemedik; saydamlık, istihdam piyasası, kayıtdışı, haksız rekabete yol açan vergi kaçağı, altyapı ve bürokrasi konusundaki zaaflarımız uzun bir liste halinde duruyor.

 

Peki geçmişe oranla bu büyük sıçrama nasıl oldu? İlk sırada tek rakamlı enflasyon, düşen faizler ve kamu borcunun milli gelire oranı ile makroekonomik istikrar ve aynı düzeyde önem taşıyan AB müzakere süreci yer alıyor. AB süreci, ülkenin orta vadeli taahhüdü ve yol haritası olması bakımından, makroekonomik ve onu destekleyen siyasi istikrar ise büyüme dinamiklerinin önünü açması bakımından anahtar işlevi gördüler. Şüphe yok ki dünya üzerindeki yatırımcılar, yatırım yeri seçiminde, istikameti ve yatırım güvenliği belli olan ülkeleri olduğu kadar canlı ve istikrarlı büyüyen ekonomileri tercih ederler.

 

Potansiyel daha büyük

 

Bu durum, aynı zamanda iki önemli gerçeğin altını çiziyor: Birincisi, daha üç dört yıl öncesine kadar Türkiye'nin yatırımcı gözünde ne kadar albenisiz olduğu ve yüksek getiri ihtimalinin tek başına ne kadar yetersiz kaldığı anlaşılıyor. İkincisi ve daha önemlisi, risk algılamasınışürmeyi ve yapısal reformları tamamlamayı başardığı takdirde ülkenin yatırım ve büyüme potansiyelinin çok daha büyük olduğu, yıllık 40-50 milyar dolarlık dış kaynak çekmenin hayal olmadığı ortaya çıkıyor.

 

Ancak bu noktada kritik bir zorluk daha var aşılması gereken: Ülkenin potansiyelini, iyi tasarlanmış stratejiler ile büyümeyi sürekli ve sürdürülebilir kılacak, yatırıma yönelecek kaynakları tespit edilen öncelikler çerçevesinde Türkiye'de üretilen katma değeri artıracak şekilde kanalize edebilmek.

 

Bu sütunlarda sık sık hatırlatıyoruz: Yeni dünya ve küreselleşme, riskler (ki onlar her zaman var) ile birlikte pek çok yeni ve kimseyi dışlamayan yani adil fırsat getiriyor. Türkiye, vaktini ve enerjisini doğru hedeflere yoğunlaştırmayı başarabilirse (ki bunda pek iyi olduğumuz söylenemez), on yıl sonra gündemimiz şimdikinden çok farklı ve yukarıda bir düzlemde oluşacaktır.

 

Krizden kaçınabilir miyiz?

 

Her krizde olduğu gibi bir kıvılcımın, ABD'de geri dönmeyen konut kredilerinin, tetiklediği ve karşılıklı bağımlılık gibi küreselleşmenin doğal parçası olan bir özellik nedeniyle yaygınlaşan son finans bunalımının gelişmiş ekonomilerde yarattığı yavaşlama ve belki yaratacağı resesyon konusundaki kaygılar, Türkiye'ye etkileri yönünden de ele alınıyor.

 

Önümüzdeki beş yılı restorasyon nedeniyle bir ölçüde belirsiz kılacak bu krizin Türkiye'ye de ticari kredilerde hemen, portföy yatırımlarında bir süre sonra, doğrudan yatırımlarda da belki negatif etkileri olacaktır. İhracattan turizme, faiz düzeyinden döviz kurlarına özenle yönetilmesi gereken münferit riskler de olacaktır.

 

Ancak Türkiye, iç talebi ve yatırımı zora sokacak beklentileri iyi yönetir ve siyasi kaos yaratmaktan kaçınırsa, bütçe dengesinden ve mali disiplinden taviz vermezse, AB sürecine ağırlık verir ve biten ilişkinin yerine IMF ile bir işbirliği ve danışma mekanizması kurarsa, yatırımcılara güven verecek yeni bir hikaye yaratacak kararlılığı gösterirse, en önemlisi içe kapanma hatasından kaçınırsa, zararları asgariye indireceği gibi, yüksek getiriye düşük risk ekleyerek karlı bile çıkabilir.

 

http://www.dunyagazetesi.com.tr/yazar.asp?authId=29