Gerçekten, enflasyon, döviz kuru ve faiz parametrelerinin üçünün birden yükselmeye başladığı ilginç bir dönem başlamış görünüyor.
Mali disiplin ve daha mütevazı büyüme
Böyle bir ortamda, 2007'de zaten düşüş trendine girmiş bulunan büyümede hedefi korumak imkansızlaşıyor. Yurtiçinde üretilen katma değeri artırmak ve ihraç etmek diye özetlenebilecek çıkış yolu ise zorluklarla dolu. Yine de bütün gücümüzü buna yoğunlaştırmaktan başka çare yok.
Öteden beri bu konuda ilk tedbir olduğunda ısrarlı olduğumuz istihdam maliyetinin düşürülmesi, neyse ki, işveren priminin 5 puanının devletçe karşılanması ile başlatılıyor. İkinci önemli adım, finans sektörü üzerindeki (ve kredi kullanıcılarına yansıtılacak olan) aracılık maliyetlerinin azaltılması olabilir. Ancak bütçe imkanlarının kısa sürede buna izin vereceği beklenmiyor. Üstelik bu vergiler, veraset vergilerinde olduğu gibi kolayca vazgeçilebilecek bir yer de işgal etmiyor gelir bütçesinde. Maliye Bakanı'nın hafta sonunda yaptığı açıklama da, bunun 2010'dan öncesi için tasarlanmadığını doğruluyor. Anlaşılıyor ki, haklı olarak gevşetilmeyeceği taahhüt edilen mali disiplin için kısa vadede fazla bir alternatif yok.
Bir yandan dövizin ve ithalatın pahalılaşması, öte yandan cari açık finansmanının konjonktür nedeniyle zorlaşması, işletmelerimizin finans erişiminde de henüz hatırı sayılır bir gelişme olmaması ve yaklaşan Basel II nedeniyle bu konuda soru işaretlerinin yoğunlaşması nedeniyle büyümede daha düşük düzeylere kendimizi alıştırmamız gerekiyor. Nitekim bakan da, küresel kriz ortamında, daha mütevazı büyüme rakamlarının da, gelişmiş ülkelerinkine oranla çok yüksek olacağı için, başarı sayılması gerektiğini vurguluyor. Doğrusu, büyüme için mali disiplinden vazgeçmek gibi sonucu belli bir serüveni tercih edemeyeceğimiz konusunda biz de aynı fikirdeyiz. Umarız ki faiz dışı fazla hedefinin düşürülmesi, mali disiplin konusundaki bir gevşemenin öncü sinyali olmaz.
Sürpriz yok
Ancak bu durum, gelişme ve refah yolundaki rotadan çıkmamızı gerektirmez. Çünkü gümrük birliği ile ayırdına vardığımız rekabetçilikten sonra, 2001 krizi sonrasında küreselleşmenin diğer önemli paradigması olan verimliliği de öğrendik. Sıra tam yapısal reformlara ve ekonomik yapının dönüştürülmesine gelmişken, biraz da bizim ayak sürümemizden ve programlı yaşamaktan sıkılarak gevşememizden dolayı, güneşli günler sona erdi. Aslında sona ereceği zaten belliydi.
Hafızası güçlü okurlar hatırlar, son siyasi kriz hariç olacakları öngörerek, sık sık naçizane uyarılar yapmıştık. Sözgelişi 17 Nisan 2007 ve 29 Mayıs 2007 tarihli Dünya yazılarımda sadece birkaç yıllık makroekonomik performans ile sürdürülebilir büyümeyi yakalayamayacağımızı, Türkiye'nin hızlı değişime sahne olan küresel ekonomide önündeki fırsat penceresini kullanabilmesi için nüfusu eğitme, katma değeri, yönetim ve strateji üretme becerimizi artırma, yani kısaca ülkenin bütün iç dinamiklerini rekabet ve verimlilik yönünde dönüştürmek zorunda olduğunu belirtmiştik.
Yine 17 Temmuz 2007 tarihli yazımızda kalıcı büyüme stratejisinin odağında dövizin değil reel faizin yer aldığını, onu düşürmek için yapısal reformlara hız vermek ve Türkiye'yi riski alınabilir bir ülke yapmak gerektiğini, bunun ise kurumsal ve yapısal zafiyetlerin (kayıtdışı, raporlama, hukuk güvencesi vb.) giderilmesi dışında risk algılamasını en fazla etkileyen cari açık ve yüksek borç parametrelerini istenilen düzeylere düşürebilmek için gereken yapısal reformları (vergi, kamu harcamaları, sosyal güvenlik, KOBİ'lerin mali sisteme ithali vb.) hızlandırmayı ve işletmelerin katma değere odaklanmasını gerektirdiğini vurgulamıştık.
20 Kasım 2007'de ise yüksek büyüme oranlarının devamının çok güç olduğunu, şirketlerimizin değerli YTL, enerji fiyatları ve istihdam yüklerinin kabarttığı maliyetler ile döviz riski yönetimi ve Basel II süreci arasında sıkıştığına, yol haritası labirente dönüşen reel kesimin ayakta kalmak için bile çaba göstermesi gerekeceğine dikkat çekmiştik.
Hala başarmak mümkün
Yeni yılda da artık belirginleşen kriz bağlamında durumu ele aldık. 22 Ocak ve 26 Şubat 2008 tarihli yazılarda kriz korkusuyla içe kapanmanın yanlış olacağını, rotadan sapılmazsa Türkiye'nin hala dış kaynak çekecek cazibesi bulunduğunu, AB süreci ve yapısal reformlara ek olarak bu aşamada yeni ekonomi ve sanayi stratejisinin tasarlanmasının hayati önem kazandığını, küçük şirketlerin mali sisteme girerek ölçek büyütme ve konsolidasyonu, yeterli ölçeğe erişenlerin de bölgesel oyunculuğu hedeflemesi gerektiğini, küresel finansal krizin dış kaynak girişi, dış ticaret, döviz ve faiz üzerindeki muhtemel negatif etkilerinin, iç talebi ve yatırımı zora sokacak beklentilerin iyi yönetilmesi, siyasi kaostan kaçınılması, bütçe dengesi ve mali disiplinden taviz verilmemesi, AB sürecine devam ve IMF ile yeni bir danışma mekanizması kurulması halinde asgariye indirebileceğini savunmuştuk.
Bugün küresel koşullardaki değişmeler, birincil ihraç pazarımız olan Avrupa'daki yavaşlama, Euro-dolar trendinin tersine dönmesi, yüksek vergilerle yükü iyice ağırlaşan enerji faturası, bilançolarda kur riskinin büyümesi gibi yeni zorluklar yaratsa da Türkiye makroekonomi ve firma bazında mutfağını düzenlemeyi başarırsa, kriz sonrasında bugüne oranla ülkeler liginde daha iyi bir yere gelebilir.
Bu açıdan, bugüne kadar bütün söylediklerimizi aynen tekrarlıyoruz.
http://www.dunyagazetesi.com.tr/yazar.asp?authId=29